Yıl 1961. Ortaokul 2. sınıftayız. Adıyaman’da öğrenci evlerinde kalarak okumaktayız. Ev (oda) arkadaşım Ali Şener (Dere) lise son sınıfta. Mevsim kış. Aylardan şubat. Günlerdir yağan kardan dolayı Samsat- Adıyaman yolu kapalı. Açık olduğu zamanlarda da şoförlüğünü Ahmet Kara’nın yaptığı Mustafa Aslan’ın römork lü traktörü, ilçenin tek ulaşım aracı. O da üç dört günde bir gelip gitmekte.
Yarı yıl tatiline üç dört gün kala bazı arkadaşlarımız, karnelerini almadan evlerine (Samsat’a) gidiyorlar. Biz, geri kalan üç dört arkadaş da karnelerimizi bekliyoruz. Bir yandan 1 Şubatı beklerken, öbür yandan da gözümüz kulağımız yolda, Ahmet Kara’nın gelecek olan traktöründe. Nihayet karnelerimizi alıyoruz. Bu kez de karın dinmesini, kapanan yolun açılmasını bekliyoruz. Bekliyoruz ama boşuna… Zira on beş günlük tatilimizin iki günü geçtiği halde, ne dinen kar var ne de açılan yol…
Ev arkadaşım Ali Şener, Samsat’a gitmeyecek. Zaten gidecek kimsesi de yok. Sözlüsü Ayşe Abla gile de yakın evimiz. Akşam yemeklerinin çoğunu zaten gidip orada yiyor. Şubat tatilini de öyle idare edecek. Ben ve rahmetli Mehmet Karakuş, dört beş gündür düşündüğümüz planı uygulamaya koyuyoruz: Samsat’a yürüyerek gideceğiz…
İki, üç saatten beri karla kaplı yolu yürüyerek Samsat’a doğru gidiyoruz. Hava çok soğuk. Kar yağmıyor ama soğuk bir rüzgâr bizi fevkalade üşütüyor. Sabah kahvaltısını çok erkenden yaptık. Kışlık neyimiz varsa her birinden de üst üstte ikişer tanesini giyerek hazırlandık. Yanımıza da birer tırnaklı ekmek (pide), biraz zeytin, biraz da peynir alarak yola çıktık. Yolumuz 40 kilometre. Normal şartlarda 8 saatte gidiliyor. Ama bu karda kaç saat süreceğini bilmiyoruz.
Yol boyunca fazla gelip giden yok. Bir iki avcı, bir atlı ve iki de eşekle değirmene giden insanlarla karşılaşıyoruz. Onun dışında herhangi bir insan veya hayvan trafiği yok. Ağır ağır ilerliyoruz. Bizden önce gelip gidenlerin bastıkları, açtıkları izlerden yürüyoruz. Derslerden, öğretmenlerden, arkadaşlardan, karnelerden sohbet ederek yol alıyoruz.
Yolun üçte ikisini geride bırakarak Kalburcu Çay’ına geliyoruz. Çay, her zamankinden daha farklı. Kardan dolayı sular çoğalmış. Daha önceleri yürüyerek gidip gelinen yerleri de su kaplamış. Bu durum, ikimizi de şaşırtıp heyecanlandırıyor. Bir an durup birbirimize bakıyoruz: “Ne yapacağız? Nasıl geçeceğiz?„ diyoruz gözlerimizle. Saatlerimize bakıyoruz. Saat 3:00. Vakit ilerliyor. Beklemeye tahammüllümüz yok. Normal şartlarda üç saatlik yolumuz var.Bu da akşamın 6’sı demek. Durmadan karar vermemiz lazım. Hemen ayakkabılarımızı ve çoraplarımızı çıkarıp, pantolonları altındaki kışlık pijamalarla birlikte dizlerimizin üstüne kadar sıvayıp dereye gidiyoruz. Su tam buz gibi. Her adımda sanki birileri bacaklarımızı jiletle kesmişcesine canımız yanıyor. Soğuğun kalbe vurması bu olmalı. Nefes almakta ve ilerlemekte zorluk çekiyoruz. Çayın orta yerlerine geldiğimizde artık gücümüz tükeniyor. Durup, umutsuz gözlerle birbirimize bakıyoruz. İçimizden; ‘’Geri mi dönsek?’’ diyoruz. Hayır, hayır, olamaz. Dönüp nereye gideceğiz ki? Dönene kadar, çayı geçmiş olacağız. Ondan sonrasına da Allah kerim…
Çayın karşı kıyısına yaklaştığımızda başımın döndüğünü hissediyorum. Uykumgeliyor. Birden bire bir uyku bastırıyor. Neredeyse ayakta uyuyacağım. Uyumak istiyorum. Evet, uyumak istiyorum. Uyku gözlerimde tütüyor. Gözlerimi açamıyorum. Yavaş yavaş kapandığını hissediyorum.
Gözlerimi açtığımda, kendimi ilkokuldan sınıf arkadaşım Mazhar Bilgin’in babasının Gölpınar’daki odasında bir yatakta buluyorum. Ondan sonrasını arkadaşım Mehmet Karakuş’un ağzından dinleyelim: “Kalburcu Çayı’nı geçtikten sonra sen, birdenbire fenalaşıp bayıldın. Ben, seni bir kenara çekerek trençkotumu altına serdim. Üstüne de ceketimi örterek bağırmaya başladım:
—Hey millet! Kimse yok mu? Biz donuyoruz. Arkadaşım bayıldı. Lütfen bize yardım edin, diyerek sürekli bağırmaya, yardım istemeye başladım. Üç beş dakika sonra nasıl oldu, nereden çıktıysa bilmiyorum. Bir traktör geldi. Gölpınarlı Hasan Ağa’nın şoförüymüş. Değirmene unluk buğday götürecekmiş. Seni yerde baygın yatıyor görünce hemen arkadaşıyla beraber kaldırıp bir keçeye (kepeneğe) sardılar ve değirmene gitmekten vazgeçip köye, odaya getirdiler. Hasan Ağa, getirdiği karla senin bacaklarına uzun uzun masaj yaptı. Usül öyleymiş… Karda donanları gene kar masajıyla ovalayıp kurtarırlarmış. Olayı duyan köylülerin hepsiodaya yardıma geldiler. Bir iki saatsonra sen, yavaş yavaş kendine gelip gözlerini açtın. Ardından bize yemek ikram ettiler. Pekmez içirdiler ısınalım diye. Gerisini zaten sen de hatırlıyorsun. O geceyi Hasan Ağa’nın sıcacık odasında geçirdik. Ertesi sabah da tüfekli iki adamıyla beraber bizi gene traktörüne bindirip Samsat’a evimize getirdiler. Böylece bir donma tehlikesini de bu şekilde atlatmış olduk.
Aradan yıllar geçtikten sonra banka müdürlüğü yapan rahmetli arkadaşım Mehmet Karakuş’la ne zaman bir araya gelsek, hep bu donma tehlikesini yâd edip durduk. Taa ki vefatına kadar… O gün bugündür, kış ile, kar ile aramızın pek iyi olmadığını hep söyler dururum. Nasıl iyi olsun ki?...